Tavla ve Hayat diye bundan dört yıl önce yola çıkarken sanki içgüdüsel davranmıştım. 2010 yılında Handan Erdağ ve Funda Kapıkıran ile İSTAVDER ‘in tavla hakkında çıkaracağı bir dergiye yazma hakkında konuşuyorduk. Bana sen ne yazmak istersin dediklerinde ben de duraksamadan tavla ve hayat hakkında yazmak isterim demiştim. 2007 Bodrum ‘da katıldığım WBF turnuvasında insan hallerini gözlemlemek çoğu zaman tavla oyununun üzerine çıkınca herhalde içime o zaman yerleşmiş bu cevap. Bir de zorlu insanlık hallerinden geçmenin etkisi var tabi.
İşte sanki o zamandan beri hep hayattan tavlaya aktarmak gibi algılamıştım bu ilişkiyi. Son zamanlarda ise tersinin de mümkün olduğunu gördüm bazı gönül ferahlamaları sayesinde. Bu yazı da işte kendini bu noktadan yazdırıyor. Acaba tavladan da hayata aktarımda bulunabilir miyiz? Bundan yola çıkarak kendimize neler katabiliriz, katmalı mıyız? 🙂
Tavla çok eskilerden bir oyun. Hatta bilinen en eski oyun olduğu iddia ediliyor. Bir hikayeye göre de zamanı temsil etmek üzere tasarlanmış. Örneğin 24 hane günün saatlerini, 4 kadran mevsimleri, siyah ve beyaz gece ve gündüzü temsil ediyor. Bütün bu tasarımın üzerine şans faktörü de eklemlenince hayat ile mükemmel örtüşüyor. Hayatta insanı en çok sıkıntıya sokan zaman dediğimiz bu meseleye insanlık ilim ve bilim tarafından yaklaştı, yaklaştı ve vara vara varoluşa ulaştı. Bütün sıkıntıların özünde varoluşsal kaygılar vardır denildi. Bütün edebiyat ve şarkılar bunlardan bahsetti. Bunun yanına bir de bahtı ve feleği ekleyince olay çığırından çıktı. Ölümlülük/varoluş ve baht/felek/şans ikilisi bir araya gelince içimize daral geldi. Benim de aklıma acaba tavladan buraya geliş nasıl olur sorusu geldi.
Zaman konusuna eski Yunanlar gibi iki boyuttan bakabiliriz. Birisi kronos denilen yatay çizgisel zaman, diğeri de kairos denen dikey anlık zaman. Tavlanın tasarlanış öyküsünde bahsedilen zaman kavramı kronos olmakta. Oyun doğar, yaşar ve ölür. Bir oyuncu bunu defalarca yaşama şansına sahip olur. Bu çok canlılığın içinde daha önce ölümlülük ile kronosta sıkışmış kalmış olan oyuncu olayı farklı bir yönden görmeye başlar. Oyuna tekrar başlayabilmenin rahatlığı sayesinde yavaş yavaş kronostan çıkar ve anlık keyfin zamanı olan kairosa girer. Bu deneyimlerin sıklığı arttıkça giderek oyundaki kairostan hayattaki kairosa geçiş yaşanır. Bir müddet sonra kronosun sıkıntısı yerini kairosta varolmanın dayanılmaz hafifliğine bırakır.
Şans konusunda da benzeri bir açılım yaşanır. Oyuncu istatistiğin evrensel kuralları gereğince farkeder ki şans elbette bir gün dönecektir. Kötü şanstan yakınmak yine aynı şekilde kronosta sıkışıp kalmış ölümlülüğümüzün itirafından başka bir şey değildir. Her bir oyunu bir hayat gibi derin yaşadıkça ve anların kıymetinin farkına vardıkça zamanla sonucun sadece istatistiksel bir mesele olduğuna ayarız. Bu basit meseleyi büyütmeden de hayattan keyif almak olasıdır. Oyun her defasında aynı şekilde başlar ve aynı şekilde sona erer. Elimizde tek kalacak olan sürecin yani her anımızın her nefesimizin kıymetinden başka bir şey değildir. Oyuncu zamanla hayatla, rakiple, tavlayla ve kendiyle bütün olduğunu anlar. Karşısında rakip değil kendisi vardır aslında. Şansa konu olan şey “hayatım” değil hayatın kendisidir. Hayat tek bir bireysel açı ile kavranılabilecek bir şey değildir.
Nasıl hayattan yansımalar oyuna düşüyorsa dikkatli bir oyuncu defalarca deneyimleme şansı bulduğu oyundan yansımalar alıp hayata aksettirecektir. Böylece oyun vakit geçirmek için değil vakitten mutluluk yaratmak için olacaktır. Şans da bu arada hakettiği yeri bulacaktır.